FİLM VE GERÇEKLİK

FİLM VE GERÇEKLİK

Film ve gerçeklik, sinemanın ilk yıllarından beri tartışılan bir konudur. Bu tartışmanın en can alıcı noktalarından biride filmin bir sanat olup olmadığı sorunudur. Filmin, resim, müzik ve yazın gibi “sanatsal sonuçlar üretmek için kullanılabilecek ama bu amaçla kullanılması zorunlu olmayan bir araç olması” birçok tartışmaya neden olmuştur.
Filmi gerçek dünyanın mekanik bir yansıması olarak gören kimi çevreler, sinemanın sanat olarak nitelendirilmesine karşı çıkarlar. Oysa bunun tersini ortaya çıkarmak için, film sanatının işleyiş ilkelerini ortaya koymak yeterlidir. Bu ilkeler kısaca şunlardır:

-Cisimlerin Düz Bir Yüzey Üzerine Yansıtılması: Bu konuda görüş açısı çok önemlidir. Örneğin bir küp düşünelim.Gözümüz veya kamera merceği bu küpe tam karşıdan baktığında sadece onun 2 boyutunu seçebilir.Bu yüzden onu bir küpten çok bir kare olarak isimlendirebiliriz. Oysa küpün diğer kenarlarını görebilecek en doğru açıyı bulmak her zaman daha önemlidir. Kamerada bu açıyı ararken dikkat edilmesi gereken şey en karakteristik açıyı bulmaktır.İşte bulacağımız bu farklı açı,filmi sanatlaştıran öğelerden biri olacaktır.
-Derinliğin azalması: Derinliğin azalması üç boyutluluk izleniminin yitirilmesine neden olur. Bu gerçekçiliğin azalması anlamına da gelir. İki boyulu olan perdede bir çok görüntü iki boyulu olarak gözükebilir. Aynı şekilde elinde gazete tutan bir adam, gazetenin köşesiyle “birleşmiş” izlenimi bırakabilir. Bu hatalara neden olan şey,filmin etkisinin ne tam olarak ikiboyutlu ne de tam olarak üçboyutlu olmasıdır.
Ayrıca burada dikkat edilmesi gereken başka bir şeyde “boyut değişmezliği” ilkesidir. Gözün çalışma prensibine göre bir adam üç metre uzakta durursa ve aynı boyda bir başkası da altı metre uzaklıkta durursa, ikincinin görüntü alanı birincinin dörtte biri kadar olması gerekir. Aynı şekilde elini bize doğru uzatmış bir adamın eli çok büyük yüzü ise çok küçük gözükmelidir. Oysa biz bu görüntüleri böyle görmeyiz. Boyut değişmezliği ilkesince bilinçsiz olarak bu perspektif olaylarını “görmezden geliriz” Ancak kamera merceği bunu yapamaz. Çalışma prensibince oluşan bu boyut değişiklikleri onu gözümüzün gördüğü gerçeklikten uzaklaştırır.
-Renklerin Yokluğu ve Işıklandırma: Özellikle siyah-beyaz filmlerde oluşan bazı görüntü özelliklerini, sinema izleyicisi kafasında bir şekilde tamamlasa da, gerçeklikten çok uzaktadır. Örneğin kırmızı ve siyah renkler ton farkı dışında bir birinden ayırt edilemez. Ancak seyirciler, görüntüdeki kadının dudağının kırmızı olduğunu(siyah gözükse de),saçının sarı olduğunu(beyaz gözükse de)varsayabilir. Aynı şekilde sahnelerin aydınlatılma özelliğine göre birçok farlı görüntü oluşturulabilir.
-Görüntünün Sınırlanması ve Nesneye Olan Uzaklık: Görüş alanımız sınırlıdır. Bunun nedeni göz organının belli bir görme açısına sahip olmasıdır. Ancak pratikte durum değişir. Gözün bakış yönünün sürekli değişmesi ve bizim kafamızı hareket ettirebilmemiz, görüntüdeki sınırı ortadan kaldırır. Oysa filmde durum böyle değildir. Filmde görüntünün kenarları tarafından “sınır”landırılırız. Kenarların altını ve üstünü görmemiz mümkün değildir.
Bu durum boyutlar arasındaki farkı anlamamızı güçlendirir. Gerçek hayatta bir cismin ne kadar büyük olduğunu anlamak için o cismi çevredeki başka bir nesneyle “kıyaslarız”.Bunun için gözümüzü hareket ettirmemiz yeterlidir. Oysa ekranda sadece tek bir cisim varsa onu başka bir cisimle karşılaştıramayız. Bu onun hakkında tam olarak doğru bilgiler edinmemizi zora sokar.
Nesneye olan uzaklık birçok açıdan çok önemlidir. Gerçek hayatta görmek istediğimiz bir cisme yaklaşabiliriz. Kamerada ise bu, merceğin yaklaştırma yoluyla olabilir. Bu olay, cismin ekranda ne kadar büyük görüneceğine karar vermemizi sağlar. Aynı şekilde gösterilmek istenilen görüntünün boyutu, perdenin büyüklüğüne de bağlıdır. Bir TV ekranında normal gözüken bir cisim,sinema perdesinde bize farklı duygular uyandırabilir.Aynı şekilde perdede gösterilen bir cismi,tam karşıdan gören bir izleyici ile yandan bakan bir izleyici farklı şekilde görüntüyü algılar.
-Zaman Uzam Sürekliliğinin Yokluğu: Gerçek yaşamda her olay uzamsal ve zamansal olarak kesintisiz ve art arda tamamlanır. Örneğin bir insan evden dışarı çıktığında birden bahçeye inmez. Önce kapıya yönelir, merdivenlerden iner ve ardından bahçeye çıkar. Aynı şekilde bir olayı yaşarken birden 1 saat sonrasını göremeyiz. Birebir o saati yaşamamız gerekir. Filmde ise bu böyle değildir. İstenilen çekim zamanı bölünebilir. Bir sahnenin ardından bambaşka bir zamanda geçen bir sahne gelebilir. Ayrıca bir görüntü bir evi gösteriyorsa peşinden gelen görüntü bahçeyi göstertebilir. Bu zaman ve yer atlamaları filmi “sanat” haline getiren en önemli öğelerdendir. Ancak bunun doğru kullanılması çok önemlidir.
Senaryonun kötü olduğu bir öyküde zaman ve yer sıçramaları göze batacaktır. Ancak iyi işlenmiş bir öyküde bunlar seyirciyi rahatsız etmez. Özellikle aynı anda meydana gelen olaylarının anlatımında bu daha fazla önem kazanır.
Film bazı yönlerden tiyatroya benzese de bazı temel yönlerden farklılık gösterir.Tiyatro doğayı yeniden üretir ancak tiyatro salonunun seyircilerin oturduğu bölümdeki gerçek zaman ve uzamdan bağımsız olarak doğanın yalnızca bir bölümünü üretir.Tiyatroda geçen bir “zaman” vardır.Bu onu hareketsiz bir resimden ayıran en önemli özelliklerden biridir.
Film ise resimle tiyatro arasında bir gerçekliğe sahiptir. Uzamı sunar ve bunu tiyatrodaki gibi gerçek uzamın yardımı olmadan düz yüzeye sahip sıradan bir fotoğraftaki gibi yapar. Ancak hareketsiz fotoğraftan daha güçlü bir etkiye sahiptir. Film çok güçlü bir uzamsal etki vermediğinden montaja imkanlı hale gelir. Bunu mümkün kılan görüntünün kısmen gerçek dışı olmasıdır. Oysa tiyatroda, dördüncü duvarın olmaması, oyundaki olayların geçtiği yerlerin değişmesi ve insanların teatral bir dille konuşması dışında gerçek yaşama çok benzer.
-Duyuların Görülmeyen Dünyasının Yokluğu: Gerçek hayatta sadece gözümüzü değil bütün duyularımız aynı anda kullanırız. Oysa filmde sadece gözümüzü kullanabiliriz. Bu bazı sahneleri anlamamızı zorlaştırır. Eğer sahne basit bir görüntüyse beynimiz gözümüzle gördüğümüz olayları tamamlar. Ancak karmaşık durumlarda bu yeterli olmayabilir. Örneğin hareket halinde olan cisimleri izlerken, kameranın mı yoksa cisimlerin mi hareket ettiğini fark etmek oldukça güçtür. Aynı şekilde eğimli bir yüzeyin fotoğrafı bize yokuş izlenimini veremeyebilir.

Yukarda bahsedilen ilkeler hem sinemanın ana prensiplerini anlamamıza hem de filmin sanat olup olmaması sorusuna cevap bulmamızı sağlar.



ONUR ÇOBAN
RTS 4.SINIF

İNTERAKTİF SANAT

İNTERAKTİF SANAT

İnteraktif sanat,günümüz dünyasında oluşan yepyeni bir sanat anlayışı olarak gözümüze çarpmaktadır.Yüz yıllardır varolan çeşitli sanat akımları ve farklı sanat görüşlerinin yanında oldukça değişik olarak kabul edilebilen bu sanat karşılıklı etkileşime dayanır.
Web art,net-art,interaktif etkileşim gibi kavramları bünyesinde barındıran interaktif sanat,günümüzde hızla gelişen teknolojiyi kullanmaktadır.Özellikle İnternet bu sanat akımının medium’unu oluşturmaktadır.İnteraktif sanatta sadece sanatçı değil onu izleyenlerinde katkısı vardır.İnsanlar bir web sitesini kullanarak bu sanat eserlerine doğrudan katılım sağlayabilir.
Özellikle İnternet’te gelişmekte olan net-art,içinde bazı avantajlar barındırmaktadır.Örneğin sansürün olmaması(veya en az seviyede olması)sanatçıların özgürce hareket etmesine imkan tanımıştır.(1)Bir yazarın kitabını yazarken sansüre takılır mı diye düşündüğü günümüzde bilinen bir gerçektir.Oysa interaktif sanat eserleri oluşturulurken yer aldığı ‘ortam’ sayesinde bunlar fazla önemli olmamaktadır.
İnteraktif sanatta bilgisayar programlarına sıklıkla başvurulur. Macromedia Dreamweaver, Macromedia Flash,Adobe Photoshop gibi çeşitli çizim,animasyon ve web sitesi yapmaya yarayan yazılımlar bu sanatın geliştirilmesinde baş rolü oynar.
Eskiden düzenlenen çeşitli sanat sergileri bu akımda biraz farklıda olsa devam etmektedir.İnteraktif sanatta ‘online’ sergiler gerçekleştirilip insanların katılımı sağlanmaya çalışılır(2)Bu olay, yeni sanat akımlarının hem göreceli olarak eski tarz sanatlarla ortak yönlerinin olduğunu hem de orijinal özellikler taşıdığını da göstermektedir.
Hızla değişen sanat dünyasında, interaktif sanat çok önemli bir yer tutmaktadır.Teknolojinin hızla ilerlemesi ve İnternet’in gelişimi ile bu akım daha da gelişecektir.

1- Özgüven, Ethem, Medya, sanat, sanatçı ve sorunlar, (Çevrimiçi) http//www. Medyakronik.com,
2- Dijital atölyeler programı,(ÇEVRİM İÇİ)


ONUR ÇOBAN
www.onurcoban.com




.

SANAT NEDİR?

SANAT NEDİR?

Sanatın ne olduğunu anlamak için sıkça karşımıza çıkan şu soruyu cevaplamak gerekir.Sanat sanat için midir yoksa toplum için mi?Özellikle lisede edebiyat derslerinde sıkça karşımıza çıkan bu soru, günümüzde olduğu gibi geçmişte de sanatın tanımı için çok önemli bir rol oynamıştır.
Bir eserin sanat olarak kabul edilmesi için en önemli şeylerden biri farklı olmaktır.Herkes eline kağıdı alıp resim yapabilir ancak farklı çizim tekniklerine sahip olan eser hemen kendini diğerlerinden ayırır. Özgünlük sanat eserleri için olmazsa olmazlardandır.Özgün bir eser tek başına sanat eseri olmaya yetmez.O işte belli bir çabanın bulunması çok önemlidir.Resim ve müzikte üstün körü yapılmamış eserler hemen dikkat çeker.
Resim ve müzik gibi sinema da sanatsal bir film nasıl olur sorusu vardır.Işık,ses ve kurgu gibi bazı öğelerin yerinde ve düzgün kullanımı sanat için çok önemlidir.Belli bir emeğin ve özenin harcanması,insanlara bir takım duygu ve düşüncelerin aktarılması bana göre bu sektörü bir sanat haline getirir.Tabi ki bunu yaparken ticari kaygılardan uzak olunması gerekir.Sırf para kazandırıyor diye benzer senaryolu hatta aynı diye bileceğimiz çekim teknikleri o eserin bir kopya olması gerçeğinden başka bir şey ifade etmez.
Peki bir ‘sanat eserini’ toplumla ilişkisi nasıl olmalıdır?Bu soru oldukça uzun tartışmalar yaratabilecek bir sorudur Bana göre herhangi bir eserin sanat eseri olarak kabul edilmesi için onun toplumla hatta toplumlarla olan bağlarının da incelenmesi gerekir.Sadece daha önce olmayanı yapmakla bu iş olmaz.Sanat eserlerinin insanlara karşı bir sorumluluğu olmalıdır.Özellikle günümüz dünyasında bunu önemi oldukça artmıştır.Artık bir resmi, insanlar İnternet’te görebiliyor;filmleri ise TV’den defalarca izleyebiliyorlar.Böylelikle eserler daha fazla insana ulaşmakta,insanların hayatlarını da o ölçüde etkilemektedir. İnsanların yaşayışını etkileyen eserler mutlaka bir takım mesajlar içermelidir. Bu mesajlar sadece düşünce değil,duyguların ve beklentilerin de anlatılması şeklinde olabilir.
Özellikle televizyonun ortaya çıkmasıyla ticari kaygılar daha fazla ön plana çıkmıştır.İçeriyi tamamen boş,hiçbir şey ifade etmeyen ve birbirinin aynısı olan programlar türemiştir.Bu programlarda bazen ‘ünlü’ kişilerin rol alması bazen de çeşitli göz boyamaları(para ödülleri,şiddet gibi duyguların ön plana çıkarılması vs.)ile izleyiciyi ekrana bağlamakta ve reklam yoluyla oldukça büyük paralar kazanılmaktadır.TV’deki bu eserlerin sanat olarak değerlendirilmesi çok yanlış olur.Yapılan ticari bir faaliyetten başka bir şey değildir.Elbette bir çok sanatçı (yazar,şair,ressam vs. )geçimini yaptıkları sanat eserleriyle sağlamaktadır ama bunların bir çoğu parayı ikinci planda tutup eserlerimi nasıl daha iyi yapabilirim kaygısı duyarlar.Bu onlara sanatçı kimliği kazandırır.
İnsanların sanat eserlerini anlaması onlarla karşılıklı etkileşim sağlayabilmesi çok önemlidir.İnsanlık,tarihi boyunca(hatta günümüzde)daha az ilgi gören, sadece bazı ‘bilgi sahibi’ insanın anlayabileceği eserlerin sanat eseri olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünmektedir.Peki nasıl olurda insanların verilmek(tabi varsa)istenen mesajları anlayamadığı eserler sorumluluk sahibi olduklarını iddia edebilir.Klasik bir tabirle halkıyla aynı dili konuşmayan nasıl onlara yol gösterebilir.Elbette bunu söylerken toplumun eğitim düzeyini göz önüne almamalıyız.Ne yazık ki çeşitli nedenlerle(maddi olanaksızlar,çeşitli ideolojik çıkarlar vs.)bir çok toplum geri kalmıştır.Hatta bu toplumların çoğu TV’de gördükleri her şeyi doğru kabul etmeye şartlandırılmıştır.Bu gibi nedenler sanat eserlerinin anlaşılmamasına neden olabilir ama böyle bir durumda bile sanatçı üzerine düşen görevi yapmalı belki de biraz ‘halka inip’ gerçek sanatı göstermeye çalışmalıdır.
Toplumun kültür düzeyinin yüksek veya en azından yapılan bir eser ile aynı olduğunu düşünelim.Bu eser sadece belli bir kesime hitap ediyorsa bu sanat olmamalıdır.Popüler diyebileceğimiz bir çok filmin ve kitabın sanat dışında tutulması yanlış bir davranış olur.Eğer özgün ve emek sahibi bir film gerçekten bir mesaj taşıyor,ticari kaygı duymuyor ve üstelik çok sayıda insan tarafından izleniyorsa bu onun dışlanacak bir film değil aksine gerçek bir sanat eseri olduğunu gösterir.Ancak ne yazık ki bir çok sanat ödüllerini kazan filmler kendini toplumdan dışlamış hatta az sayıda izlenmiş olması sayesinde bu ödülleri almıştır.Bunun nedeni şüphesiz sanatın sadece sanat için yapıldığını düşünen elit(!)bir kesimin bu ödülleri vermesidir.
Kısacası bir eserin sanat olarak değerlendirilmesi için yazıda bahsettiğim özelliklerin yanında toplum tarafından kabul edilmiş olması gerekir.Bunun için tabi ki halkın bilinçli ve eğitimli olması şarttır.Bu konuda herkes elinden geleni yapmalıdır.Yazının başındaki soruya gelecek olursak bence sanat,sanattan anlayan bir toplum içindir.


ONUR ÇOBAN
RTS 2.sınıf

NAM JUNE PAİK-CHARLOTTE MOORMAN


-Nam June Paik-

Kore doğumlu Nam June Paik 1950'lerde Almanya'ya yerleşmeden önce Japonya'da müzik ve sanat tarihi okumuştur. Almanya'da John Cage ile tanışmış ve onun etkisi altına girmiştir. Gösteri yapıtların birçoğu ya Cage'e adanmıştır ya da fiziksel olarak Cage'le birlikte ya da ona yönelik bir eylemi içerir.Cage'in, iki makaralı teyp ve radyo frekansları gibi teknolojik meraklarını devralıp daha ileri götürerek gösterilerine TV ve videoyu da katmıştır.
Nam June Paik,fluxus akımının bir temsilcisidir.Aslında fluxus’a bağlı olanlar gibi o da bunu bir sanat akım olarak değil,toplumsal bir hareket olarak görmektedir.Tokyo Üniversitesinde müzik eğitimi almış olması(1)ilerdeki sanat yaşamını derinden etkilemiştir.Paik, video sanatının kurucularından biri olarak kabul edilebilir.1965 yılında Paik,daha önce ekranda anlaşılabilir bir görüntü akımını,televizyondaki görüntünün yüzeyine bir mıknatıs tutarak değiştirmiştir.Sonuçta ortaya çıkan görüntü çizgi romanlardaki sürrealist görüntülerin bozulmuş haline benzer bir yapı taşımaktaydı.(2)Bu olay video sanatının temelini oluşturmuştur.Gerçektende hem Paik hem de diğer video sanatçıları mıknatıs kullanarak görüntünün deforme edilmesi tekniğini çoğu kez kullanmışlardır.
Paik’in eserlerinde televizyon çok önemli bir yer tutmaktadır.O televizyonu eleştirel bir yaklaşımda ele almış ve eserlerinde yer vermiştir.Ayrıca donanımın keşfi üzerine yoğunlaşmıştır. Bu ise,televizyon aygıtı içerisinden,televizyon gramerinin yeniden keşfinde,elektronik müzik düzenlemesi dersleri ve onun gerilla robotikleri üzerine yoğunlaşmış ve bağ kurmuş hayatı bir şekillendirme girişimi olarak değerlendirilebilir.(3)
Tüm bunların dışında Nam June Paik,birçok televizyon programına katılmıştır.Bu programlarda yeni eleştirel eserlerini sergileme fırsatı bulmuş bunun haricinde televizyon için programlar hazırlayıp bunları yayınlatmıştır.Örneğin,1984 yılında yeni yıl için hazırlanmakta olan Good Morning Mr.Orwell adlı programda Global Groove adlı çalışmalarından ilham aldığı bir program üretmiştir.(4)Canlı olarak yayınlanan bu program kıtalararası etkileşimi temel alan birtakım video telefon,müzik ve söyleşi parodilerinden oluşmaktadır.Burada görüldüğü gibi –çokta aşırıya kaçmayan-alaycı bir anlatım tarzına sahip olan Paik,modern dünyanın yeni teknolojik gelişmelerine farklı bir açıdan bakmıştır.Televizyon ve müzik onun için temel kaynaklardır.
Çeşitli denemelerine devam eden Paik,kendi görüşlerini paylaşan diğer sanatçılarla bir çok projede yer almıştır.Video tekniğine getirdiği yeni yaklaşım onu video sanatının en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilmesi gerçeğini ortaya koymaktadır.
Kandil TV’ye Bakan Buda(1992);Robespierre(1989);Müziğin Sergilenmesi-Elektronik Televizyon(1963) gibi eserleri vardır.

1-Memo Larousse,cilt 3,1991:731
2-Video sanatı eleştirel bir bakış,1995:91
3- Video sanatı eleştirel bir bakış,1995:92
4- Video sanatı eleştirel bir bakış,1995:95


CHARLOTTE MOORMAN

Charlotte Moorman,özellikle Nam June Paik ile birlikte yaptığı ortak projelerle tanınır.Viyolonselci olan Moorman 1982 yılında video monitörleriyle gerçekleştirdiği gösteri en önemli eylemlerinden biridir(5)
1966 yılında Paik ile yaptığı çalışmada konuyu;John Cage’in Johnny Carson için yaptığı bir parçayı görüntüde olmaksızın yorumlayarak gerçekleştirdiği,bir anlamda basit bir bant oluşturuyordu.Bu çalışmada manyetik bant bir şekilde deforme edilerek farklı ses ve görüntüler elde edilmiştir.(6)
Bu ve bunun gibi çalışmalara katılan Moorman çeşitli tepkilere de maruz kalmış ama o eleştirel çalışmalarda yer almaya devam etmiştir.


5- Memo Larousse,cilt 3,1991:731
6- Video sanatı eleştirel bir bakış,1995:92


ONUR ÇOBAN
VİDEO SANATI ÖDEVİ

FRANKFURT OKULU

FRANKFURT OKULU

Frankfurt okulu,1930’larda Almanya’da kurulan ve eleştirel bir Marksizm kuramının ortaya atıldığı bir okuldur.
1923’te Sosyal Araştırma Enstitüsü adıyla kurulan okulun başında profesör Carl Grünberg bulunuyordu.(1)Bu dönemde enstitünün asıl çalışma konuları siyasal iktisat ve sosyalist hareketler tarihiydi.1930’da emekliye ayrılan Grünberg’in yerine Frankfurt Okulunun asıl görüşlerinin temelini atan Max Horkheimer gelmiştir.Bu dönemde okulun çalışma alanı oldukça gelişti.(siyaset,hukuk,felsefe vs.) Bu dönemde Thedor Adorno,Herbert Marcuse,Erich Fromm,Walter Benjamin,Otto Kirchheimer gibi düşünürler okula dahil oldu.Okulda çeşitli dönemlerde yayımladıkları eserlerde düşüncelerini açıklamışlardır.Horkheimer,amaçlarının çeşitli bilimlerin yöntemlerini bugünün toplumunun çelişkilerine uygulamak ve toplumsal yaşamın değişmesi açısından önem taşıyan bir kavramsallaşmaya ulaşmak olduğunu açıklamıştır.(2)
Okulun ortak düşüncesi Marksizm’in yenilenmesidir.Frankfurt okulu üyeleri Sovyetler Birliği ve Alman Sosyalistlerine kuşkuyla yaklaşmaktaydılar.Özellikle Diyalektik konusuna eleştirel bir yaklaşım getirmişlerdir.
Almanya’da Nazizmin yükselişi ve iktidara gelişiyle Frankfurt okulunun üyeleri ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardır.New York’a yerleşen bu düşünürler burada Anglo-Sakson deneyciliğiyle yüz yüze kalmışlardır.Bunun üzerine kendi düşüncelerinin özgün yanını belirtmek durumunda kalmışlardır.
2.Dünya Savaşından sonra Adorno,estetik değerler bireyci bir dönüşün kötümser mantığını geliştirdi(3)Daha sonra Almanya’ya dönenler oldu ve düşüncelerini buradan yaymaya başladılar.1970’lerin başında Frankfurt Okulu çeşitli görüş ayrılıkları sonucunda sona erdi.
Frankfurt Okulunun ortaya attığı kavramları incelersek 3 farklı dönem fark ederiz.İlk dönem 1930’lardan 2.Dünya Savaşına kadar olan süreyi kapsar.Bu dönemin görüşü kısaca ‘Maddecidir’.Eleştirel kuram,mutluluk ve özgürlüğün ancak bu dünyada bulunabileceği ve bundan başka bir dünya olmadığını savunmaktadır.Adorno,bu dönemde sanat yapıtları için ‘içinden çıktıkları toplumların bütün çelişkilerini taşır;bu çelişkileri aşamaz,ama aşma yada değişme potansiyelinin bekçiliğini yapar’ görüşünü savunmuştur.(4)
Okulun 2. dönemi savaş yıllarından 1960lara kadar uzanır.Bu dönemde Marksizm ile ondan önceki düşünce sistemleri karşılaştırılır. ‘Aydınlanma,bilimsel düşünce,teknolojik gelişme,insanın özgürleşmesinin ön koşullarını sağlar ama bunu yaparken yeni bir tutsaklığa yol açabilir.’Bu görüşün yanında ‘insanlar,doğa baskısından kurtulmak için en az birincisi kadar baskıcı olan ikinci bir doğa yaratmışlardır.Toplumsal kurumlardan ve denetlenemeyen teknolojiden oluşan bu ikinci doğa,insanın kendi içerisindeki doğayı yok etmesinin bedelidir.’düşüncesi özellikle Adorno’da ön plana çıkar(5)
Adorno yine bu dönemde olumsuz bir diyalektiğin,körlük ve tutsaklığa karşı düşünceye bir direnme gücü sağlayacağını ileri sürer.Ayrıca ABD ve batı Avrupa’daki Liberal Rejimleri totaliter rejimler sınıfına sokar.
Okulun 3.döneminde ise Habermas’ın ortaya attığı kavramlarla okul bir yandan siyaset ve iktisatla uğraşırken bir yandan da iletişim ve dile önem verildi.Kapitalist toplumların kendi çıkarları için kullandığı ekonomik,siyasal ve psikolojik mekanizmalar incelendi.
Frankfurt okulu çeşitli dönemlerde attığı siyasal,iktisadi,felsefi kavramlarla birçok insanı etkilemiştir.Marksizm’e eleştirel bir yaklaşım getirmeleri bu okulun temsilcilerinin ağır bir şekilde eleştirilmesine neden olmuştur.Özetle Frankfurt okulunun Marksizmi ‘epeyce gözden geçirilmiş bir Marksizm’di’(6)

1-AnaBritannica,1994,cilt12:355
2- Meydan-Larousse,1990,Ek cilt:298
3-Memo Larousse,1992,cilt 3:836
4- Meydan-Larousse,1990,Ek cilt:299
5- AnaBritannica,1994,cilt12:355
6-Küçük,Medya-iktidar-ideoloji,1994:246

Onur ÇOBAN
http://onurcoban.blogspot.com

Hikaye Anlatıcısı

HİKÂYE ANLATICISI

Deneyim hikâye anlatıcıları için oldukça önemlidir. Tarihte 2 tür anlatıcı var olmuştur. Bunlardan biri yerleşik çiftçi, diğeri gezgin tüccardır. Bu iki tür tarih boyunca farklı anlatma yetilerini gerçekleştirmiştir.
Matbaanın ortaya çıkmasıyla roman sanatı ortaya çıkmıştır. Bu hikâye anlatıcılığına büyük bir darbe vurmuştur. Çünkü roman geleneksel anlatı türlerinden(hikaye, destan vs.)oldukça farklıdır. Bunun nedeni sözlü kültürle ilişkisinin olmamasıdır. Hikaye anlatımı deneyimle ilişkili olmasına rağmen romancı kendini dış dünyadan soyutlayabilir.
Hikaye anlatıcılığına darbe vuran bir diğer sorun ise enformasyonun artık çok kolay bir şekilde insanlara ulaşabilmesidir. İletişim ağlarındaki bu artış anlatıcılığa büyük yaralar aldırmıştır.
Hikaye anlatıcısının dinleyicileri birbirleriyle ilişki halindedirler. Oysa roman okurları kendi başlarınadır. Çoğu roman okuru romanı kendi hikâyesiymişçesine benimsemektedir.
Ölüm hikaye anlatıcısının en önemli teminatıdır. Hikaye anlatıcısı sürekli gerçek yaşama atıfta bulunur. Ölümde yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır.
Hikaye anlatıcısının malzemesiyle olan ilişkisi, zanaatkara özgü bir ilişkidir. Görevi kendinin ve başkalarının deneyimlerini sağlam, yararlı, benzersiz bir tarzda işlemektir. Atasözü eski hikayelerin enkazıdır ve tıpkı duvardaki sarmaşık gibi onda da olayın etrafını bir ibret dersi sarmıştır.
Böyle bakıldığında hikâye anlatıcısı öğretmenlerin, ermişlerin saflarına katılır. Verilecek olan akıl, ermişler gibi birçok durum içindir. Atasözleri gibi daha sınırlı konular için değildir. Hayatını anlatabilmesin onun en büyük yeteneğidir. Hikaye anlatıcısı, dürüst adamın kendisiyle yüzleştiği kişidir.

Onur ÇOBAN

FARS

FARS

Bir komedi türü olan Fars, kalıplaşmış karakterlere, kaba bir mizah anlayışına, olamayacak durumlara ve de gereğinden fazla abartıya yerme anlayışına dayanır. Kaba tiplemeleri ve inandırıcılıktan uzak olay örgülerinden ötürü,çoğu entelektüel aydın tarafından zayıf bir tür olarak değerlendirilir.Buna karşı Slapstick komedi anlayışı gibi halk tarafından oldukça beğenilmektedir.
Farsın kökenleri Eski Yunan ve Roma tiyatrosuna, Aristophanes ile Plautus'un komedilerine ve kalıplaşmış belli tiplerle abartılı durumların ele alındığı fabula Atellana) adlı ilk İtalyan oyunlarına dayanır.
Fars terimi ilk kez 15. yüzyılda Fransa'da, tek bir eğlence biçimi içinde yer verilen palyaçoluk, akrobasi, gülünçleştirerek taklit etme, kaba saba şakalar gibi öğeleri tanımlamak amacıyla kullanılmıştı. Bunlar önceleri, dinsel oyunların arasına sıkıştırılan doğaçlama bölümlerdi. Daha sonraki yıllarda bu oyunlardan sıyrılarak bağımsız oyunlar haline geldi.Bu yapıtlardan günümüze gelen en önemli eser, Maistre Pierre Pathelin'dir (Pierre Patheline).Bu gelişmelerden sonra Fars etkisini hızla arttırdı.Kısa bir süre içersinde tüm Avrupa’ya yayılan bu tür özellikle İngiltere’de birçok örnek verdi.Bunlar içerisinde en önemlisi kuşkusuz 16. yüzyılda John Heywood'un yazmış olduğu ara oyunlardı.Ayrıca Shakspeare ve Molière de komedilerinde fars öğeleri kullandılar.
Fars, 18. ve 19. yüzyıllarda gelişmesini sürdürdü. Fransa'da, Eugène Labiche Le Chapeau de paille d’italie (1851; Hasır Şapka ), Georges Feydeau ise La Puce a l'oreille (1907; Türkçe uyarlaması: 1+1=1) adlı oyunlarıyla türün başarılı örneklerini verdiler. Fars ayrıca müzikhollerde, vodvillerde ve bulvar tiyatrolarında da yer alıyordu. 20. yüzyılda fars, Brandon Thomas'ın Charley's Aunt'u (1892; Teyze Hanım/Teyzesi/Teyzeler Karıştı) gibi oyunlarla varlığını sürdürdü
19.yüzyıla gelindiğinde sinema sanatının gelişmesi ile farsın etki bu kez beyaz perdede göründü.Özellikle Charlie Chaplin,birçok komedi filminde bu öğeleri kullandı.Ayrıca Keystone Kops ve Marx Kardeşler yaptıkları filmlerde Slapstick öğeleriyle iç içe geçmiş birer fars komedisi sundular.

Onur Çoban Kısa filmleri

Yönetmen Onur Çoban'ın görev aldığı kısafilmlere ulaşmak için;
http://onurcoban.blogspot.com adresine bakabilirsiniz.

Önerilen bu sitede ödüllü kısafilm "Umarsız Gözyaşı" ile "portre","bekleyişin gölgesi" gibi diğer kısafilmlerde yeralmaktadır.
Ayrıca Cihan Kardeşler ve Duygu Derun'la ortak hazırlanan "Keder" ve "Ben" gibi diğer kısa filmlerde aynı siteden ulaşılabilinir.
Sürekli güncellenen site için görüş ve önerilerinizi bildirebilirsiniz.

Not: Alternatif olarak www.onurcoban.com adresinide kullanabilirsiniz.

Brecht Estetiği

1-Naivete: gerçeğin ardındaki gerçek daha doğrusu görünenin ardındaki gerçek.Epik tiyatroda seyirci karşısına çıkarılan yapıtın konusu,insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerden oluşan bir örgüdür.Olağandışı bir gözle görülmediği sürece alışılmadık bir nitelik taşıyan böylesine bir yapıtın kavranılması düşünülemez.


2-Mesel çalışması:bir yapıtın sahneye konma sürecinin ilk aşamasıdır.geleneksel tiyatrodaki yönetmenin kafasında oluşan yoruma karşıt olarak ekibin tümününortaya çıkarması gereken analiz çalışmadır.


3-Epizotik anlatım:epik kavramından türetilmiştir.epizotik anlatımda seyircinin ilgisi;oyunun yürüyüşü üzerine çekilir,her sahne kendisi için vardır,olay eğriler çizer,olaylar sıçramalıdır,


4-Gestus:Bütün üretim sürecinde sürdürülmesi gereken naiv tutumun oyunculuk düzeyindeki ifadesidir.Sözü ifade edecek davranış yerine sözün arkasındaki görünmeyen anlamı gösteren davranış.


5-Yabancılaştırma:bir olayı yada karakteri yabancılaşırmak demek,onu öncelikle kendiliğinden anlaşılırlığından tanınırlılığından görünür şeklinde uzaklaştırmak,şaşkınlık ve merak uyandıracak bir şekle sokmak demektir.Yabancılaştırma efektleri gestusun yanı sıra;ses,ışık,müzikedkor,kostüm makyaj olabilir.


6-Tarihselleştirme:yabancılaştırmanın bir uzantısıdır.tarihsel olsun olmasın bütün olayrı tarihsel bir şekilde ele almak demektir.Belirli bir toplumsal sistem bir başka toplumsal sistemin bakış açısından gözlenir.


7-Anlatımcı yapı:seyirci sadece betimlemeye dayalı olmayan bu yapıyla özdeşleşmediği için aktif bir konum alır,anlatım yoluyla sunulan ideolojiler,yaşam karşısında çürür ve “acıma,korku” duyguları yüzünden bu yapı içerisinde erime duygusundan uzaklaşan seyirci,bu ideolojileri eleştirerek yaşam karşısında gerçekçi duygulara düşüncelere yönelir.


8-Göstermeci oyunculuk:Özdeşleşme tümüyle reddedilmeyip,sadece denetim altına alınmayı sağlayacak diyalektik bir oyunculuk anlayışı

HYPERTEXT

HYPERTEXT

20.yüzyılda ortaya çıkan alternatif eserlerde sıklıkla görülen hypertext veya hipermetin özellikle dijital teknolojinin ilerlemesiyle oldukça gelişmiştir. Hipermetin Video teknolojisinin dijitale geçişinde bir adımdır.Özellikle açık yapıttan beslenen hipermetinler etkileşimli ve hareketli yapıtların özelliklerini de taşırlar.
Özellikle internet sitelerinde sıklıkla kullanılan bu yapıtlar da birden fazla görüntü veya metin yer alır.İzleyici kendi seçtiği metini okur ve onunla etkileşime girer.Bunun yanın da (internet için konuşursak) alt yazılar ve yan tarafta yer alan pencereler monitörde gözükmektedir.Bunun gibi çok sayıdaki metin bir arada yer alır.

Onur Çoban

Açık Yapıt

AÇIK YAPIT

Klasik anlatım tarzının çok dışında olan açık yapıt, özellikle edebiyatta kendini göstermiştir.Bununla beraber gelişen teknolojiyle birlikte yeni “ortamlar” edinen açık yapıt tarzı eserler son yıllarda internette sıklıkla yer almaya başlamıştır.
Okuyucu ile buluştuğunda ortaya çıkabilecek alternatif anlamları kapatmaya çalışmadan ve sadece tek bir anlamın var olmadığı metinlere Açık yapıt denilir.Açık yapıtlar kolayca elde edilen anlamlardan vazgeçmiş, tersine zengin ve karmaşık okumalar olanak sağlayan metinler haline gelmişlerdir.Eco’nun ünlü eseri olan Açık yapıt’ta 3 türlü okumadan bahsedilmiştir.Bunlar
1. Yazarın Okuması
2. Okurun Okuması
3. Yapıtın Okuması

Yazarın okuması,yazarın ortaya koymak istediği anlam;okurun okuması,okuyucuların kendi çıkardıkları anlam;yapıtın okuması ise eserin kendi kendisine oluşturduğu anlam olarak değerlendirilebilir.Bu tür alternatif okumalar açık yapıtların olmazsa olmazlarındandır.

Onur ÇOBAN