Kramer vs Kramer - 1979

Yumurtalı Ekmek eşliğinde bir aile dramı...

Başrollerini Dustin Hoffman ve Meryl Streep'in baylaştığı 1979 yapımı Robert Benton filmi Kramer vs Kramer...
Ted Kramer (Hoffman) iş kolik bir reklamcıdır. Ailesini çok sevsede işi her şeyden önce gelmektedir. Eşi Joanna Kramer (Streep) ise ev kadınlığından sıkılmış biridir. Rutinleşen yaşamına daha fazla dayanamayan Joanna eşini ve çocuğunu terk ederek oradan uzaklara taşınır.
Oğluyla tek başına kalan Ted, ne yapacağını bilemez. Kahvaltı hazırlamayı bile beceremeyen Ted bir yandan evi tek başına geçindirmeye çalışırken, bir yandan da yoğun iş temposuna ayak uydurmaya çalışır. Zamanla Joanna'nın çocuğu için velayet davası açması ve bu sırada Ted'in işten kovulmasıyla işler daha da karışır.

Bir aile filmi olan bu yapım 1970'li yılların tüm öğelerini içinde barındırıyor. Değişen aile yapısı, cinsellik, modern yaşam ve klasik sinemaya göre farklı konusu...Günümüzde konu artık sıradanlaşmış olsa da bu türün ilklerinden olduğu unutulmamalı...
Ted'in zamanla "anneye" dönüşmesi espirili bir dillede anlatılmış. Filmde "Diğer anneler" diyen çocuk bunu göstermekte...Filmin başında "french toast" veya bizdeki benzer haliyle yumurtalı ekmek (ah ah) hazırlarken mutfağı dağıtan Ted, sonlara doğru bu işte ustalaşıyor.


Hayatına devam etmeye çalışan Ted, kız arkadaş ediniyor. Oğlu ile rutinleşen sabah sahneleri (sırayla Tuvalete gittikleri tek plan çekim) sırasında Ted'in sevgilisi ile oğlunun karşılaşması 70'lerin ruhunu yansıtıyor:)
Duygusal sahnelerde filmde oldukça fazla kullanılmış. Örneğin, çocuğun parkta düşerek neredeyse gözünü kaybettiği sahne ve Ted'in onu hastaneye kucağında taşıyarak getirmesi izleyiciyi etkiliyor. Ayrıca, daha önce boşanmış olan kız kardeşi ile yaptığı duygusal konuşmalar etkileyici...

Ancak filmin en önemli yeri belki de mahkeme sahneleri. Oldukça "sert" geçen davada her iki tarafta birbirini kötülüyor. Durumun Ted açısından kötüye gitmesi ve çocuğun babasını terk etmek istememesi izleyiciyi ağlatıyor...Filmin sonu ise buradan değil, izleyerek öğrenilmesi gerekir bence:)
Film 9 dallda oscar'a aday gösterilmiştir. Bunun 5'ini ise almayı başarmıştır.( en iyi film, en iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo gibi dallarla üstelik)






Mutlaka izlenmesi gereken izledikten sonra ise yumurtalı ekmek yenmesi gereken bir başyapıt.



Onur ÇOBAN

Close Encounters of The Third Kind - 1977

Üçüncü Türden Yakın İlişkiler

Steven Spielberg tarafından 1977 yılında çekilen bilimkurgu klasiği "Close Encounters of The Third Kind" dost uzaylı temasıyla ağır basmakta.
Spielberg'un ilk yıllarında sıklıkla üstünde durduğu insanlarla dost olmak isteyen dünya dışı varlıklar konusu bu filmde de başarıyla gerçekleşmiş. Bir örneğinde E.T. filminde gördüğümüz bu tarz yapımları ne yazık ki terk eden Spielberg artık daha "kanlı" filmlere yönelmiş durumda.
Richard Dreyfuss ve usta fransız yönetmen François Truffaut'nun başrollerini paylaştığı film, dünyayı ziyaret etmeden önce bazı mesajları ileten uzaylıları anlatıyor.
1945 yılında kaybolan savaş uçaklarının hiç zarar görmeden geri dönmesini araştıran bilim adamları, Gobi Çölünde bulunan gemiyi ve diğer ilginç mesajları inceliyorlar. Sonunda bir ABD kasabasında uzaylıları gördüğünü iddia edenlerle konuşuyorlar.

Bu kasabada yaşayan bazı kişiler bir gece uçan gök cisimlerini görüyorlar. O andan itibaren hayatları değişiyor. İnsanlar sürekli bir müzik duyuyorlar. Gözlerinin önüne ise sürekli bir dağ figürü geliyor. Bu figürü resmediyorlar yada heykelini yapıyorlar. Hatta Roy(Dreyfuss) evinin içinde topladığı toprakla dev bir dağ figürü yapıyor, yemek sırasında patates püresine şekil veriyor. Bu gariplikler yüzünden aileleri ve dostları tarafından dışlanan bu insanlar bir gücün kendilerini çağırdığını hissediyorlar.
Sonunda uzaylıların bir yeri işaret ettikleri ortaya çıkıyor ve onları karşılamak için bölge gizlice boşaltılıyor. Ancak onların çağrısına uyan bazı siviller bölgeye gitmek için harekete geçiyorlar.
Sonunda uzaylılar ile dostça bir karşılaşma gerçekleşiyor.

Filmin ortaya koyduğu iyi uzaylı teması çok önemli. Bilim kurgu filmlerinde genellikle dünyayı yok etmek isteyen uzaylılar düşünüldüğünde bu durum dikkat çekiyor. Uzaylılar bu filmde de insanları kaçırdıkları anlaşılıyor. Ancak onları geri getiriyorlar. Hatta onlarla gitmek isteyen gönüllüler yer alıyor.
Uzaylılar ile dünyalıların müzikle anlaştıkları sahne ise büyüleyici. Bir birlerinin notalarına karşılık veren bu iki medeniyet sanat sayesinde bir uyum kazanıyorlar.
Film 30 yıldan fazla bir süre önce çekilse de efektleri pek sırıtmıyor. Hatta çeşitli makinelerin kendi kendine çalıştığı sahneler oldukça etkileyici.


Roy'un yaptığı patatesten heykel sahnesi ise popüler kültürde kullanılan en önemli göndermelerden sadece biri.
Onur Çoban

The Day the Earth Stood Still - 1951

Dünyanın Durduğu Gün


The Day the Earth Stood Still (Dünyanın Durduğu Gün) 1951 yılında çekilen Robert Wise'ın yönettiği bilimkurgu filmi.
2008 yılında Keanu Reeves'in başrolunu oynadığı bir versiyonu da çekilen bu film, tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olarak gösterilmektedir.

1951 tarihli versiyonunda Michael Rennie ve Patricia Neal başrolleri paylaşmaktadırlar.
Uzay gemisiyle dünyaya gelen Klaatu, dünyadaki savaşların sona ermesi için bir elçi görevini üstlenmektedir. Amacı dünyadaki tüm devlet başkanlarıyla görüşüp onlara savaşın dünyayı nasıl yok edebileceğini anlatmaktır. Ancak uzaydan gelen Klaatu'da herkes korkar. Uzay gemisi askerlerce çevrilir. Sonunda yaralanan Klaatu, hastaneye kaldırılır. Uzay gemisinde ise dev robot Gort yeralmaktadır.
Yenilmez olan Gort gerektiğinde gözünden çıkan lazerle her türlü savaş aracına karşı koyabilecek bir yapıdadır. Onu durdurabilecek tek şey "klaatu barada nikto" adlı şifredir.
Uzay elçisinin kendisini daha iyi "anlatabilmek" için sadece tek bir yol olduğunu farkeder. Havadaki uçaklar ve hastaneler dışında tüm mekanik araçları durdurarak yaşanacak kaosu insalığa göstermek.
Soğuk savaşın getirmiş olduğu tedirginlik ve her an bir nükleer savaş çıkacak korkusu, filmde çok iyi yansıtılmıştır. 1950'lerin bu karanlık atmosferi ve uzaydan gelen barış çağrısı yapan elçi teması o yıllar için oldukça önemlidir. Klaatu'nun insanlığa barış getirmekle görevli olması buna karşın zaman zaman tehditkar davranışlar göstermesi günümüzde hala tartışılmaktadır. Kimilerine göre Klaatu, insaları gerçekten savunmakta kimilerine göre gerçek bir baskı unsuru olmaktadır.
Günümüzün teknolojisine göre zayıf kalsada görsellikten çok konusunun ilginç olması filmi hala izlenilebilinir kılmakta. Gerçi yapıldığı yıllarda Gort'un olağanüstü görünüşü ve kapaksız uzay gemisi tasviri oldukça başarılı bulunmuştur. (elbetteki bilgisayar teknolojisinin gelişimiyle 2008 versiyonu görsellik olarak daha başarılıdır.)
Gort'u durudurmakla görevli kadın rolunda Patrica Neal (yeni versiyonda Jennifer Connelly) yer almaktadır.

Notlar:

-Film 50'lerde çekilen "B sınıfı bilimkurgu filmlerinden" dışarı çıkan ilk popüler bilimkurgu filmidir.
-Kapaksız uzay gemisini yapabilmek için uzay gemisinin açılan kapısının kaynak yerlerine cam macunu sürülmüştür.
-Dev robotun hareket etmesi oldukça zordur. Bu nedenle zaman zaman ellerine bağlı olan kablolar filmde gözükmektedir.
-Filmin müziklerini yapan Bernard Hermann, kullandığı Theremin ile ilk elektronik müziklerden birini yapmıştır.
-Marvel çizgi romanlarından Simpsons'lara, çeşitli filmlerden müzik parçalarına kadar birçok eserde filme yapılan göndermeler yeralmaktadır.
-Kimilerine göre ABD'nin Irak politikası bu filmle özdeşleşmektedir.
-Uzaydan gelen kurtarıcı teması Hz.İsa ile bağdaşmaktadır.
Onur ÇOBAN

The Thief of Bagdad - 1924

"Sessiz Sinemada bir üst yapım"

"The Thief of bagdad" "Bağdat Hırsızı" 1924 yılında Raoul Walsh tarafından çekilen sinemanın ilk büyük yapımlarından biri.
Yazarlıktan, başrol oyunculuğuna kadar her alanda filme büyük katkısı olan Douglas Fairbanks, bu filmin belki de gerçek sahibi.
Yapıldığı yılla göre çok uzun olan( 2 buçuk saat) bu filmde boyama tekniğiyle kısmen renklendirme kullanılmıştır. Filmin atmosferine göre yer yer kırmızı yer yer koyu renkler dikkatleri çeker.
Film ortadoğuya özgü bir konu içermektedir. Sinbad hikayesiyle örtüşen bu filmde, Fairbanks başına buyruk bir hırsız olarak bağdatta dilediğince yaşamaktadır. Bir gün gizlice girdiği sarayda prensesle karşılaşması hayatını değiştirir. Kendini prens gibi gösteren hırsız prensesle evlenmek ister. Sonunda Prensesle evlenmek isteyen diğer 3 soylu prensle bir yarışa tutulur. Buna göre prensese en inanılmaz hediyeyi getiren onunla evlenebilecektir.
Hırsız, prenses için uzaklara gider, dev canavarlarla karşılaşır. her türlü doğa üstü varlıklarla kapışarak "mucizenin" peşine düşer.


Bu sahneler günümüz teknolojisiyle karşılaştırıldığında elbette "basit" kaçmaktadır. Ancak o dönem için inanılmaz gerçekçi olan bu canavarlar seyircileri etkileşmiştir. Dev bir stüdyoda çekilen bu film(ki hala onu geçebilen film yoktur) için resmen Bağdat baştan inşa edilmiştir.
Bağdatın devasa kapısı, 20 metre civarındaki büyük dekorlar, filmde dikkat çeker. Filmin su altı sahneleri oldukça gerçekçidir. Bu açıdan sinemanın bu çok erken dönemi için fazla mükemmel bir izlenim bırakır.
Hırsız filmde bir camiye girer ve imamla tanışır. ilk başlarda dine çokta önem vermemesi sinemanın ilk ateist yaklaşımlarını ekrana taşır. Bu sahnelerde hırsız "Cennet aptalların rüyasıdır" gibi sözler söyler. Sonlara doğru gerçekleşen Kuran'a ve İslam'a bakış açısı günümüz ABD sinemasına göre çok çok olumlu bir yaklaşımdır. Ayrıca Douglas Fairbanks'in kolundaki ay-yıldız dövmesi dikkat çekicidir. "Allah" isminin kullanılması ve elini öpüp başına koyma gibi ayrıntılar filmin titiz bir biçimde hazırlandığının kanıtıdır.
Ülkemizde bir zamanlar moda olan "Douglas Bıyık" ismini kazandıran Douglas Fairbanks, dublör kullanmadan her türlü akrobasiye dayalı olan sahneleri kendi oynar. Gerektiğinde havada asılı duran ipe tırmanır, gerektiğinde devasa eşyaların içerisinde askerlerden kaçar. Hatta kötü kalpli Moğol prensinin Bağdatı işgal planına o müdale eder.


Film tüm zamanların en görkemli eserlerinden bir olduğundan defalarca yeniden çekilmiştir. Bu filmlerden 1940 yılında çekilen versiyonuda oldukça başarılıdır.
1924 yılındaki bu versiyonunda iki ilginç nokta göze çarpar. İlki prensesle evlenmek isteyen adaylardan birinin gerçek hayatta bir kadın tarafından oynanmasıdır!!!
Diğeri ise filmin altyazılarında "eski İngilizce'ye yer verilmesidir." Filmde artık kullanılmayan Thou = you, Tis = It's gibi kelimelerin kullanılmasıdır. Bunlardan başka "canst, thy, wouldst" gibi eski kelimelerde yer alır.
Film de yer alan moğol hizmetçi ise sinemanın ilk cinsellik içeren kadın karakterlerinden biridir.

Onur Çoban

Safety last - 1923

"Önce değil en son güvenlik"

"Önce güvenlik" adlı kuralı ti'ye alırcasına Safety last ismin alan bu film sinemanın ilk döneminin en büyük oyuncularından Harold Llody un oynadığı bir film.
Dönemin komedi anlayışının özelliklerine göre çekilen bu sessiz film (yüksek aksiyon, akrobatik unsurlar içeren oyunculuk, abartılı hareketler) bu günde etkisini izleyicilere göstermekte.
Filmin açılış sahnesinde sanki bir hapisane izlenimi veren tren sahnesi filmin türünü daha ilk planda hissetiriyor. Zengin olmak için büyük şehre gelen Harold Llody, ne yazık ki istediği seviyeye ulaşamıyor. Arkadaşıyla beraber kaldığı evin kirasını ödememek için duvada asılan bir paltoya saklanması gerekiyor!!!(Cidden görülmesi gereken bir sahne) İş yerinde tezgahtarlık yapıyor.
Ancak sevdiği kıza yalan söylüyor.
Bir gün kız arkadaşı şehre geliyor ve onu iş yerinde ziyaret ediyor. İşte bu sahnelerde komedi unsuru ön plana çıkıyor.


Bu sırada gerçek patron şirketi kurtaracak bir plan arıyor. Çünkü şirket ekonomik bir krizle pençeleşiyor. Bu noktada Llyod'un aklına bir plan geliyor. Çok iyi tırmanan bir arkadaşına iş yerinin oldukça yüksek olan binasına tırmanmasını ve bu sayede şirketin reklamını yapmasını öneriyor. Patron bunu kabul ediyor ancak reklam günü kahramanımızın arkadaşının polisle başı belaya giriyor. Başka çaresi kalmayan Llyod binaya kendisi tırmanıyor.
Tabi tüm bunlar olurken sevgilisine oranın çalışanı olmadığına inandırması gerekiyor.
Buster Keaton, Charles Chaplin gibi slapstick komedinin en önemli isimlerinden olan Harold Llyod, The Kid Brother gibi filmlerle ününe ün katmıştır. Bu filmdede yeteneğini konuşturuyor.


Film hakkında ufak bir iki nota gelince;
-Çizgi filmlerde görmeye alıştığımız hayali "acme" şirketi burda bir gazete olarak karşımıza çıkıyor.
-Filmin en ünlü sahnesi, binanın tepesindeki saate tırmanma anı. Bu an defalarca taklit edilmiştir. Özellikle "Geleceğe Dönüş" adlı filmde Doktorun saat kulesine tırmanması hemen akıllara bu filmi getirir.



Dönemin izlenmesi gerekilen filmlerinden biri...

Onur ÇOBAN

Bringing up Baby - 1938

Bazı bebekler cidden tehlikelidir:)

Howard Hawks'ın yönettiği 1938 tarihli "Bringing up Baby" (bizdeki adıyla Tehlikeli Bebek) siyah beyaz, screwball komedi filmlerinin belkide en iyisi.
Başrollerde Katharine Hepburn ile Cary Grant'ın yer aldığı bu film screwball komedilerine özgü; kadın-erkek ilişkileri ve yüksek dozda diyalog anlayışına sahip ciddi bir güldürü...
Saçı bile bozulmayan karizmatik jön rollerinde görmeye alıştığımız Cary Grant bu filmde saf, idealist bilimadamı rolünde cidden başarılı. Ancak filmin kuşkusuz en iyi oyuncusu sürekli sakarlık yapan, kız rolünde büyüleyen Katharine Hepburn'dür. Hepburn bu filminde sempatikliği ve bilimadamını çıldırtmasıyla dikkatleri çeker.
Dinazor kemikleri üzerine çalışan Dr.Huxley, sponsor arayışı içerisindedir. Evliliğe hazırlanan doktor, projesini tamamlamasına bir iki kemik kala, zengin birinin avukatıyla görüşür. Ancak bu sırada karşılaştığı Susan Vance(Hepburn) tarafından işler iyice karışır. Bu sahneden sonra doktor Huxley, bir köpeğin peşinden kemik bulmak için koşar, kadın geceleği giyip sponsorunun karşısına çıkar vs...Hayatı bir daha eskisi gibi olmayan Doktor, başına gelen komik felaketlerin henüz hiç birşey olduğunu bilmemektedir. Zira bir süre sonra Susan'ın kardeşi tarafından bir bebek gönderileceğini öğrenir.
Ancak "normal" bir bebek bekleyen Doktor, karşısında evcil bir leopar bulur!!! Leopar'ın evcil olduğunu bilmeyenler ile yaşanılan durumlar ve cidden tehlikeli bir leopar ile "bebeğin" karışması görülmeye değer sahneler.
Filmde duygusal sahnelerde yer almakta. "Sana aşkımdan başka bir şey veremem" sözü filmin en önemli yerlerinden birini oluşturmaktadır.
Son olarak filmin o zamanki durumundan bahsetmekte yarar var. Çünkü film, şu an en iyi yapımlar arasında gözükse de, çekildiği yıllarda inanılmaz eleştiriler aldı. Gişede tam anlamıyla çuvallayan bu film, ABD sansür kurulunun sıkı takibine de maruz kaldı. Çünkü, filmde son kemiği arayan Doktorun başka bir şeyi ima edip etmemesi ve "gay" kelimesinin ilk kez gerçek anlamıyla kullanılması o zamanlar için biraz "fazlaydı."
Tüm bunlara rağmen en azından, en fazla oscara aday olan oyuncu, Katharine Hepburn'un muhteşemliği için bile izlenmeyi hakediyor.

Onur ÇOBAN

A Nous La Liberte

Chaplin'e ilham veren film...


1931 yapımı bu Fransız filmi Rene Clair'in yönetimiyle çekilmiştir. Gerek konusu gerekse bazı planlarıyla Charles Chaplin'in "Modern Times" filmini hatırlatan bu eser; ne yazık ki yeterince bilinmemektedir.
Oysaki Modern Times'tan önce çekilen bu filmden Chaplin'in esinlediği birçok kişi tarafından kabul edilir. Buna rağmen Chaplin, bu filmi kendi filmini yapmadan önce izlemediğini söylemiştir. Tartışmaya son noktayı ise Rene Clair koymuştur. "Chaplin, eğer benim filmimden etkilendiyse cidden bundan onur duyarım"

Film 1930'lu yıllarda 2 aylak adamın başından geçeni anlatmaktadır. Bu iki arkadaş beraber hapisten kaçmaya çalışmaktadır. Ancak sadece biri kaçabilir. Aradan yıllar geçince hapisten çıkan aylaklardan biri, diğerinin dev bir montaj fabrikasının sahibi olduğunu öğrenir. Önce diğer adam biraz tereddüt etsede arkadaşına sonunda sahip çıkar. Bu arada hapisten çıkan adamın bir kıza aşık olması ve onun peşinden koştuğu sahneler cidden eğlencelidir.
Komedi dozu yüksek olan bu film özellikle fabrika sahnelerinde Modern Times'ı anımsatır. Otomatik hale gelen işçiler üzerinden kapitalizmi eleştirme fikri ilk bu filmde ekrana yansır. Ayrıca para hırsı filmde komedi unsuru olurken ,sokaklarda gezme özgürlüğü yüceltilir. Bu açıdan film sistem karşıtlığını ortaya koyar.
Özellikle işçilerin tatil yaptığı nehir kenarı sahneleri komün yaşamın izlerini taşır.
Filmin şarkıları(özellikle final sahnesi) cidden hoştur. Siyah beyaz bir yapım olan bu filmde belki de en dikkat çeken sahneler uçan paraların ve şapkaların yer aldığı rüzgar sahnesi ve araba ile kovalamaca sahneleridir.

Onur ÇOBAN

The Sound Of Music

Do bir külahta dondurma, Re masmavi bir dere :)

1965 yılında oscarları alıp götüren Robert Wise imzalı "The Sound of Music" müzikal filmler içerisinde ilk akla gelenlerden...
Yanlış bir çeviride olsa bizde bilinen adıyla "Neşeli Günler", cidden izlerken neşe duyacağınız bir eser. Bizde birebir uyarlaması da yapılan bu film 3 saatlik süresiyle de dikkat çekiyor.
Film 2.Dünya savaşı öncesi Avusturya'da geçiyor. Ünlü müzikal oyuncusu Julie Andrews, manastırda yaşayan rahibe adayı genç bir kızdır. Ancak rahibe olmak için belkide fazla müzikle haşır neşirdir. Zaman zaman manastırdan kaçıp dağlara gimekte ve orada şarkılar söylemektedir.
Ne yapacağını bilemeyen baş rahibe bir gün "uslanması" için onu bir malikaneye "mürebbiye" olarak gönderir. Genç kızın( Maria) gittiği ev Avusturya'nın ünlü bir donanma kaptanının evi. Christopher Plummer'in oynadığı kaptan oldukça zengin ve disiplin hastası bir karakter. Eşini kaybettiği için onu hatırlatan bu yerden uzaklaşmak istiyor. Hatta çocuklarından bile...Bu nedenle çocuklarını birer asker gibi, evini de gemisi gibi "yönetiyor". Çocuklara tek tip üniformalar giydiriyor, onları düdükle çağırıyor.
Evin 7 çocuğu ise babalarının ilgisini çekebilmek için her gelen mürebbiyeyi çıldırtıyorlar.(evet tanıdık geldi) Mürebbiyelerin cebine kurbağa koyuyor onları korkutuyorlar...
13. olarak geldiği evde Maria, önce bocalasada çocukların kalbini kazanıyor. Kaptanın uzun bir seyahata çıkmasını fırsat bilip onlara yeni elbiseler dikiyor, beraber dağlara çıkıp oyunlar oynuyor.
Tam da bu sırada çocukların hiç şarkı bilmediklerini öğreniyor. İşe en baştan başlıyor ve belki de tüm dillere çevrilen ünlü nota müziğini söylüyor. Bizde de çok ünlü olan "Do bir külahta dondurma, Re masmavi bir dere..." diye giden parça...
Bu sırada kaptan, evlenmeyi düşündüğü baronesle geri dönüyor. Tabii bu duruma çok sinirleniyor. Ancak çocuklarının mutlu olduğunu gördükçe yumuşuyor ve oda yıllar sonra şarkı söylemeye başlıyor.
Film bizde de birebir ve benzer senaryolarda çekilse de bizimkilerin mürebbiyelere karşı daha acımasız olduğu aşikar:) Zira Maria'yı çıldırtma sahneleri çok daha az hatta kaptanın sevgilisi (yine bir ara kötülük yapsa da) aslında iyi biri..Ayrıca bizim versiyonumuza göre en önemli fark siyaset unsuru. Filmde nazilerin yükselişi ve Avusturya ile Almanya'nın birleşmesi(Anschluss) arka planda değil bizzat en önemli öğe olarak gözüküyor. 7 notaya karşılık gelen kardeşlerden en büyük olan kızın sevgilisinin zamanla bir naziye dönüşmesi, Avusturyalı olmanın suç olarak gözükmesi, Kaptanın zorla Alman Donanmasına katılmaya çağrılması, Nazilerin ailenin peşine düşmesi gibi sahneler dikkat çekiyor.
Filmin en önemli müziklerinden olan "edelweiss" çiçeğinin Avusturya milliyetçiliğini çağrıştırması da ayrıca önemlidir.
Film hakkında ayrıca birçok ilginç not bulunmakta;
-Müzikallerin stüdyoda çekilmesine (ki bu stüdyolara devasa boyuttadır hatta bazılarını dikkat etmezseniz anlamazsınız bile) rağmen bu filmin büyük bir kısmı gerçek mekanlarda çekilmiştir. Özellikle açılış sahnesindeki helikopter görüntüleri belki de müzikaller için bir devrimdir.
-Hikaye aslında gerçek bir olaya dayanmaktadır. Gerçektende nazilerden kaçan Von Trap adlı bir aile varolmuştur. Ancak birebir aynı özellikleride taşımaz.( örneğin 7 çocuk yoktur)
-Filmde cidden bazı mantık hataları vardır. Özellikle tarih hataları dikkat çekmekte ve yer yer melodrama kayması nedeniyle çoğu kişi tarafından hakkettiği değeri almamaktadır.
-BBC kabul etmese de (gerçi yalanlamasa da) İngiltere'ye gerçekleştirilecek bir nükleer saldırı sonrası halkın moralini yükseltecek filmler listesinde yer almaktadır.
- "My Favorite Things" adlı şarkı filmde, gökgürültüsünden korkan çocuklar için Maria tarafından neşeli bir biçimde söylenir. Björk'ün oynadığı Karanlıkta Dans(Dancer in the Dark) filminde ise ana karakter ağlayarak bu şarkıyı söyler.



Unutulmaz müzikleriyle her an hatırlanacak bir film Neşeli Günler...

Onur ÇOBAN

My Fair Lady

İspanya'da Yağmur Her yer Çamur :)


1964 yılında George Cukor tarafından çekilen ünlü müzikal "My Fair Lady" ülkemizde de defalarca çekilen bir konuya sahip olsa da, özellikle unutulmaz müzikleri eşliğinde Audrey Hepburn ve Rex Harrison'un (ki oscar aldı) oyunculuklarıyla tam bir görsel şölen.
Çoğu müzikal film gibi bir sahne gösterisinden filme aktarılan bu müzikal, aslında George Bernard Shaw'ın 1913 tarihli "Pygmalion" adlı oyunundan uyarlamadır.
Film iki ünlü dilbilimcinin bir çiçekçi kızı "değiştirip" onu bir "Lady" gibi, saraydaki bir davete sokma konusunda girdikleri bir "iddia" üzerine şekillenir. Hepburn'un oynadığı çiçekçi kız, sınıfsal ayrımın çok üst boyutlarda olduğu 19.yy'da alt bir sınıfa mensup olan, fakir ve kelimenin tam anlamıyla İngilizceyi batıran bir genç kızdır. Aslında İngilizce'nin İngilizler tarafından bile berbat bir şekilde söylenmesi Harrison'un oynadığı züppe dilbilimciyi çıldırtmaktadır. Bu açıdan İngilizce telafuz konusu filmde iyi bir güldürü unsuru olmuştur.
Sürekli ağlayan (yoksa çığıran mı desek...), yıkanmaktan kaçınan, çikolata karşısında eriyip biten güzel çiçekçi kız rolunda Hepburn büyüleyici.


Dilbilimci ise bu kızın aksine insanlara biraz tepeden bakan, hatta bu konudan kimseye ayrımcılık(!) yapmadığı için dürüst olduğunu ima eden, idealist bir kişidir. Kadınlardan uzak kalmak istemekte ve bekar olduğu için şanslı olduğunu düşünmektedir.
Türkiye'de defalarca işlenen fakir kızı "değiştirme" konusu, bu filmde de yer almakta. Açıkçası çok eski bir geçmişi olduğu düşünüldüğünde bu konuyu bizden almadığı çok açık :) Filmin o yıllarda çok ünlü olması ve en iyi film oscarını almış olması zaten "esinlenenin" kim olduğunu gösteriyor. Gerçi bu tür filmlere bizden çok şey kattık ama bu da başka bir günün konusu...
Filmde dilbilimcinin mükemmel İngilizceyi öğretmek için yaptığı deneyler filmin en ünlü sahneleri...Örneğin "The Rain in Spain stays mainly in the pain" sözünü söylemek için uğraşma ve "H" harfini söylemeyen çiçekçi kızın "in Hartford, Hereford and Hampshire hurricanes hardly happen" tekerlemesini düzgün okumak için çabalaması, cidden güzel sahneler...
Bir süre sonra "deneyin işe yarayıp yaramadığını" test etmek için çiçekçi kıza güzel elbiseler giydirip onu bir at yarışına getiriyorlar. Zengin aristokratların bulunduğu bu yarış sahnesinde sınıf ayrımı konusunda çok olmasada bazı eleştiriler gözümüze çarpmakta...Bu arada bizde de klasik bir sahne olan üst kattan merdivenle, yeni elbiseler içinde inen kız sahnesi ,burada da yer almakta.


Ardından gidilen sarayda da başarılı olan dilbilimciler bu duruma çok seviniyor. Ancak bir şeyi unutuyorlar. Şimdi ne olacak...Değişmiş olan kız eski yaşamına dönecek mi? Açıkçası bu durum onların umrunda olmuyor. Tabi çiçekçi kızda kendini dışlanmış hissediyor. Dilbilimci ile çiçekçi kız arasında bu sahnelerde kavga/duygusallık planları gözüküyor. Ancak bu duygusallık direk olarak verilmiyor.
Filmin o zaman için çok uzun olan 3 saatlik süresi, filmin ortasında "ara" bulunması ve bu tarz filmlere göre direk bir duygusal aşk sahnesinin bulunmaması başka ilginç noktalar...
Son bir not ise unutulmaz bir karakter çizen çiçekçi kızın babası...Özellikle çalışmamayı bir "şans" olarak gören sarhoş tiplemesiyle dikkatleri çekiyor...
My fair Lady, kuşkusuz en iyi müzikal filmlerden birisi...

Onur ÇOBAN